18 Aralık 2017

Bir Baba-Oğul Trajedisi: Kutsal Geyiğin Ölümü


Kariyerine Hollywood’da devam eden Yorgos Lanthimos’un son çalışması The Killing of a Sacred Deer (Kutsal Geyiğin Ölümü), hikâyesini mitolojiden alan bir film. Lanthimos, Iphigeneia mitini alıp serbest bir biçimde uyarlamış. Bu mite göre; Kral Agamemnon, bir gün avlanırken Tanrıça Artemis’e ait kutsal bir geyiği öldürür. Bu durum Artemis’in Agamemnon’a karşı kin ve öfke beslemesine neden olur ve Artemis, rüzgârların esmesine mani olur. Agamemnon’un filosu Troya’ya varmak için rüzgârı beklemektedir. Tanrıça, ancak Agamemnon kızı Iphigeneia’yı kendisine kurban verirse, öfkesinden vazgeçecek ve filonun yola çıkmasını sağlayacaktır. İşte bu mitik öykünün can alıcı kısasa kısas mevzusunu alıp modern dünyaya uyarlayan Lanthimos, miti kendi tuhaf sinema evrenine uyumlu hale getirmiş. Ortaya da yılın sinema olaylarından biri çıkmış.

Yazının devamı spoiler içermektedir. İzlemeden okumayınız!

Kutsal ailenin ölümü

Kynodontas’ta olduğu gibi bir aileyi merkezine yerleştirmiş Lanthimos. Aile içi dinamikleri tamamen farklı olmasına karşın, kutsal ailenin ölümüne ebeveynlerin yol açmasıyla The Killing of a Sacred Deer ile Kynodontas arasında bağ kurabiliyoruz. Bu film özelinde devam edelim ve öncelikle bu pencereden bakmayı bir deneyelim. Murphy ailesinin nezih yaşamları, genç Martin’in deyim yerindeyse ailemize musallat olmasıyla kaosa sürükleniyor. Kalp cerrahı olan baba Steve, alkol alarak girdiği bir ameliyatta hastasını kaybediyor. İçten içe suçlu olduğunu bilen Steve, babasız kalan Martin’le arkadaşlık kuruyor. Gittikçe tuhaflaşan bu ilişki, Martin’in isteklerine boyun eğen Steve’in, Martin’in annesiyle bir geleceklerinin olmayacağını kati bir şekilde belirtmesi ve bu sahneden sonraki davetine icabet etmemesi sonrasında arkadaşlık ilişkisinden bir tür düşmanlığa evriliyor. Bu noktadan sonra mitolojiden devşirilen lanet devreye giriyor ve aile kurumuna atfedilen kutsallık sorgulanmaya başlanıyor. Babanın ihmalkârlığı, çocuklar (Kim ve Bob) ve Anna’nın lanetlenmesine sebep oluyor. Steve, birinin ölmesine karar vermeli ve kısasa kısas kanunuyla adalet yerini bulmalıdır. Hikâye ilerledikçe filmin her anında karşılaştığımız tuhaflıklar aile içinde de gözleniyor. Her bireyin kendini düşünmeye başlaması ve çocukların özellikle de Kim’in ebeveynlerine olan güvenini kaybedip, kendini kurtarmaya çalıştığını görüyoruz. Steve’in çocukları ölümün pençesindeyken patates püresi istemesi, Kim’in kardeşi öldüğünde onun Mp3 çalarını kullanmak için ondan izin istemesi, Steve ve Anna’nın çocuklarına umutlarını kaybetmemelerini, iyi olacaklarını söylemek yerine, lanetten bahsetmeleri ve ikisinden birinin ölmesi gerektiğini anlatmaları (gösterilmese de çocukların her şeyin farkında olmasından bu çıkarımı yapabiliyoruz) gibi durumlar, ailevi değerlerin yitirilişinin net göstergeleri. 

Modern dünyada mit ve lanet

Lanthimos, Iphigeneia mitini ve o mitteki laneti her sorunun cevabını bilimle çözmeye çalıştığımız çağımıza uyarlıyor. Lanetle gelen hastalık çocukları kuşattığında ikisi de bilim insanı olan ebeveynlerimiz, bilimin sunduğu olanakları sonuna kadar kullanıyor. Aradıkları cevabı bulamadıklarında sorunun psikolojik olabileceği dahi öne sürülüyor. Steve, bir bilim insanı olduğu için başta lanete inanmasa da hastalığın seyrinin Martin’in söylediği gibi olması ve hastalığa bilimin çare bulamamasıyla lanetin gerçekliğiyle yüzleşiyor. Lanthimos, bir lanet karşısında antik çağlarda yaşamış bir insanla bilim çağının insanının vereceği tepkinin farklı olacağını ve ancak inanma sürecinin tamamlanmasıyla her iki zamanın insanının da gereği neyse onu yapacağını söylüyor. Murphy ailesine bu laneti musallat eden Martin’in, bu gücü nerden aldığı sorusu seyircinin kafasındaki en büyük soru işareti diyebiliriz. Bu soruya mantıklı bir cevap ararsanız, bir yere varamazsınız. Dolayısıyla da filmi saçma ve anlamsız bulmanız olasıdır. Şu halde The Killing of a Sacred Deer’ı anlamlandırmaya çalışırken mit uyarlaması olduğunu asla unutmamamız gerekiyor. Martin’e Tanrıça Artemis’in rolü biçiliyor bu hikâyede. Ve fakat Lanthimos, miti modern dünyanın gerçekliğine uyarladığı için Martin’i insanüstü bir karakter olarak çizmemiş. Empati kurmayı denediğimizde aşılmaz bir duvarla karşılaşmamızın temel sebebi Martin’in gerçek dünyada karşılığının olmaması diyebiliriz. Ayakları öpüldüğünde kutsal, lanet yağdırdığında şeytani bir figür olarak görebildiğimiz Martin, Steve’in ilgisine ihtiyaç duyduğu anlarda ise sıradan bir çocuktan başka bir şey değil.

Martin, babasının ölümüne sebep olduğuna inandığı Steve’i, baba adayı olarak görebiliyor. Annesiyle iyi anlaşacağına, belki de babasının boşluğunu dolduracağına inandığını düşünebiliriz. Martin’in suçladığı insanı baba figürüne dönüştürebilmesi, onda kutsiyet aramamız gerektiği anlamına gelmiyor. O, kendisi için kutsal olan babasını kaybetmiş, kutsal ailesi parçalanmış bir çocuk. Steve’e hatasını telafi etmesi için bir şans tanıyor ancak bunun mümkün olmadığını gördüğünde, hayalleri ikinci kez yıkıldığında masumiyetini tamamen kaybediyor. Bu noktadan itibaren laneti devreye sokan şeytani tarafının uyanması ise kaçınılmaz. Yönetmen, özünde insani durumlar olduğu müddetçe, mitlerin modern dünyada karşılığının olduğunu göstermek istemiş. Bu lanet hikâyesini kendi sinema evrenine uyumlu hale getirmekte pek zorlanmayan Lanthimos, suçluluk psikolojisiyle birlikte genel bir psikolojik analizi zorunlu kılan derinlikli bir metin yazmış. Filmdeki baba-oğul meselesini de Steve ile oğlu, Steve ile babası ve Steve ile Martin üçgeninde bir bütün olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu film, babaların ve oğulların trajedisini anlatıyor esasında. İki taraflı bir trajedi bu. Babaların yaptıkları hataların bedelini, babalar ve oğullar birlikte öder önermesinin iç acıtan bir örneği...

The Killing of a Sacred Deer’da yine soğuk, duygusuz ve seyirciye mesafeli karakterler yaratan, ancak bu kez diğer filmlerine oranla seyircinin çözmekte zorlanacağı bir hikâye ve karakterlerle çıkagelen Lanthimos’un The Lobster’la başlayan Hollywood macerası, doğru cast ve hikâye tercihiyle başarısını perçinleyerek devam ediyor. Gerilimi arttıran müziklerinin yanı sıra açılış ve özellikle de kapanış sekansındaki klasik müzik kullanımıyla inanılmaz bir etki bırakan Lanthimos, bu kez gücünü hikâyesinin özgünlüğünden değil, trajediden ve bu trajediyi sunumundaki özgünlükten alıyor. Zira finalden önceki meşhur sahne ve final sahnesinin vuruculuğuyla deyim yerindeyse parmak ısırtıyor. 9.7\10